senani_demirci_deist_ahmet_ay_nurcu_feto_manset_1

DİNDAR DEĞİLİM”Lİ, “DEİST”Lİ, “KAŞINMALI” BİR POLEMİK

DOSYATV / ÖZEL HABER

Yazar ve televizyon programcısı Dr. Senai Demirci’nin, son köşe yazısında “deistliğini” ilan ettiği şeklinde anlaşılacak cümleler kurması tartışmalara sebep oldu. Takipçileri “ironi yapmıştır” diye tevil etmeye çalışırken, yazar Ahmet Ay Senai Demirci’ye hem tepki gösterdi hem de teşekkür etti. Ahmet Ay, Senai Demirci’yi de ekleyerek, twitter’da şu mesajları yazdı:

Senai Demirci’ye deist olduğunu itiraf ettiği için teşekkür ederim. İki arada bir derede daha kötü oluyordu. Dilerim Risale-i Nur’dan fikriyatına payanda çıkarmayı da bırakır. Deistsen artık bu eserler senden düşer değil mi ama?

Arkadaşlar, yıllardır Senai Demirci’nin gidişatı üzerine, sisler arasından konuştuğu şeylere dikkat çekiyorum. Her defasında önce itiraz sonra ikna oluyorsunuz. Yaşar Nuri Öztürk’ün deizme giderken dediğini alıntılayayım: “Dinci tasalluttan kurtulmanın felsefi çaresi deizmdir.”

Yani bu mevzular zaten öyle “Halkım ben deist oldum!” açıklamasıyla başlamıyor. Özellikle bizde evveliyatı olanlarda. Bunlar önce baskıcılıktan/taassubdan falan falan bir giriyorlar mevzuya. Ufaktan ufaktan deizme öpücükler. Sonra büsbütün ayranın dökülüşü geliyor. Aynı yol bu.

İstiklal gazetesinden sütun komşusu Doç. Dr. Ömer Akdağ da Senai Demirci’ye sert bir cevap yazdı. 7 Temmuz tarihli yazısında Senai Demirci’nin “Kaşındığını” ileri süren Akdağ, şu ifadeleri kullandı:

Diyelim ki, birisi toplumun müşterek değerlerine saldırıyorsa “kaşınıyor” demektir.

“Saldırı” nasıl olabilir?

Mesela biri “ben dindar değilim, itiraf ediyorum” dese.

Aynı kişi itikadî meselelerle ilgili ahkâm kesmeye kalkışsa…

Ahkam keserken bir sürü çam devirse…

Ve bu “devirdiği çamları” işin mütehassısları tarafından kendine ifade edilmesine rağmen pişkin pişkin hiçbir şey olmamış gibi devam etse…

Bu vasıftaki insanların yaptığına “kaşınma” demezler mi?”

DEMİRCİ, GEL DESE AŞK DİZİSİNİ SAVUNARAK TEPKİ ÇEKMİŞTİ

Senai Demirci’nin son aylarda tepki almasının sebeplerinin başında yapımını Sinegraf isimli şirketin üstlendiği ‘Gel Dese Aşk‘ adlı dizinin senaryo ekibinde ve danışmanı olması geliyordu. Dizide bir babanın karısını aldatarak kendi kızının arkadaşıyla gayrimeşru ilişki yaşaması konu ediliyordu. Senai Demirci’nin “çarpık” ilişkiyi “normal” gösteren bir dizinin konseptini savunması tepkileri daha da artırmıştı. Yapımcılık ve yönetmenliğini Osman Sınav‘ın üstlendiği dizinin senaristliğini ise Rahşan Çiğdem İnan yapıyor.

***

İşte Senai Demirci’nin tartışmalara konu olan yazısı:

DİNDAR OLMADIĞIMI İTİRAFIMDIR

Gözleri nemli. Sesinde, en çok ilgi göreceği yerde, yabancı biri sayılmanın, davetsiz misafir gibi görünmenin gücenikliği yankılanıyor. Hak ettiği şefkati, en çok hak ettiği yerde alamamanın hayal kırıklığıyla konuşuyor: “Sizi araştırdım, profilinize baktım.” “Peki ne dikkatini çekti?” diye soruyorum. Gözleri yerde, suçüstü yakalanmanın mahcubiyetiyle ya da suçüstü yakalamanın gururuyla fısıldadı: “Siz de dindarsınız!” Gözlerindeki ışıltıyı görüyorum, yüzündeki zekice kıvrımları da. “Galiba” diyorum, “dindarlar ürkütüyor seni!” Gözlerimin içine bakarak, hiç tereddütsüz konuşuyor: “Evet, ürkütüyor!” Kararı net! Çok çekmiş; belli. Henüz hayatının başında ama tüm yokuşları tüketmiş çileli bir yolcu var karşımda. Bu gençler çok; öyle çok ki. O istisna. Bana ulaşabilenlerden. Ailesi, yine de “Biz dilinden anlamıyoruz, belki bir anlayan vardır” diye düşünme cesareti göstermişlerden.

Genç yaşına sığdırdığı, fırtınalı hayatının detaylarını konuşuyoruz: “Yurt günleri” “Ne hatırlıyorsun oradan?” diye soruyorum. Cevabı hazır: “Soru sormamızı istemediler. Soru soranları hiç sevmediler. Sorduğumuz her soruyu bizi aşağılamak ve dışlamak için bahane yaptılar. Zaten itikadımız bozukmuş!” Uzak bir sürgün yerinde geçirilmiş, zor bir kürek mahkumiyeti gibi anlatıyor “yurt günleri”ni. İronik buluyorum “yurt” kelimesini; yurtta kalbinin yurdundan kovulduğunu itiraf ediyor genç dostum. “Hocalarımızın hiç şüphesi yoktu! Bunu gözlerinden anlıyorduk. Neyi, nasıl, ne zaman yapacaklarını gayet iyi bilirler ve harfiyen yaparlardı. Ama ben ve çoğu arkadaşım tereddütler yaşıyorduk, şüpheler duyuyorduk, inceden inceye isyan ediyorduk, sık sık bıkıyorduk, en çok da usanıyorduk.” “Dini bütün adamlardı her halde…” diye giriyorum araya. Aradığı kelimeyi bulmuş gibi gözleri parlıyor: “Hah, evet, dini bütün…”

“Dini bütün” yani yarım değil; eksiği yok. Tereddüdün ‘t’si uğramıyor akıllarına. Şüphelerin zerresi sızmıyor içlerine. Tam bir kale gibi adamlar. Tıkır tıkır yapıyorlar farzları. “Ama niye ki?” diye sorgulama yok, haşa! Sünnetleri kıl kadar ihmal etmiyorlar; sakallarının uzunluğu, bıyıklarının kesimi ‘sünnet’ dediklerine birebir uyumlu. Kadınların (“kadınlarının” demeliydim aslında-çünkü kadına özne muamelesi yapmadıklarını iyi biliyorum-başlarını bağlama şekli de tek-tip; farklılık şirk kabul ediliyor. Kendileri gibi giyinmeyenler ve düşünmeyenler sapık, mezhepsiz, ehl-i dünya, hatta kâfir oluyor. “Ağızlarında hep bir mırıltı vardı. Sonradan anladım; Kur’ân okuyorlar. Kimselerin okuyamayacağı kadar okuyorlar.”

Acı, çok acı! Anlayışla karşılanmamanın, kusurlarıyla sevilmemenin, hatalarıyla kabul görmemenin karşı konulmaz gerekçesi, dokunulmaz sebebi, sorgulanmaz mahkemesi oluyor din. Aslında din değil; “onların din”i bu. İcat edilmiş, kurgulanmış. Kendi geleneklerini yaşattıkları, kendilerini yüce makamlara çıkarıp diğerlerini aşağıda tuttukları, kendi yaşam biçimlerini onaylamak için kullandıkları o ‘din’ insanın kırılabileceğini, şüpheye düşebileceğini, usanabileceğini, yorulabileceğini, gücenebileceğini hesaba katmıyor. Neyse o, aynen yapılacak! Yarım kalmışlığa izin yok. Az biraz başarmayı takdir yok. Düşüşlere, savruluşlara, unutmalara sabır yok. “Ya hep ya hiç!” Hep olmayınca, tam olmayınca, tüm rükünler gerçekleşmeyince, hiç oluyor secde, sıfır sayılıyor sevap. Sistematik obsesyon bu!

Öyle bir ‘ilah’ı var ki bu dinin, insanı tanımıyor, insanlık hallerini bilmiyor. İnsanın nasıl yaşadığından habersiz. Sanki o yaratmamış gibi insanı; insanın hallerini bilen değil, insanın yaratılışını insana veren değil; “Bana ne!” dercesine emrettikçe emrediyor. Tehdidi de eksik etmiyor: “Yoksa yakarım!” Onlar o ‘ilah’ın sevgili kulu, onayladığı seçkinler. Sanki onlar, dünyaya gelmeden önce, binlerce yıldır staj yapmışlar gibi, hiç çocuk, ergen ve genç olmamışlar gibi köşeli yönergelere harfiyen uyuyorlar, ustaca yapıyorlar vecibeleri. “Günde bir cüz az gelir diyorlardı, iki cüz olmalı. ‘Ama nasıl?’ diye sorduğumuzda, öfkeli yüzler, aşağılayıcı sözler geliyordu. Sabah namazını uzun uzun kıldırıyorlar; ardından uzunca zikirler yapıyorlardı. Bazı arkadaşlarımız abdest almadan duruyordu namaza. Ben de birkaç kez kıldım.”

“Böyle böyle ‘deist’ oldum” diyor delikanlı. Nezaketini eksik etmiyor yine de. “Benimle görüşmek istemezseniz, bunu anlayışla karşılarım” demeyi ihmal etmiyor. Mahcup. Gözleri yerde. Utanıyor tercihinden. “Dindar” diye tanımladığı ben de “cemaat yurdu adamları” gibi kendisini utandıracağım, kendisinden dolayı utanacakmışım gibi. Öyle sanıyor. “Yok, yok…” diyerek içimde sabırsızlıkla bekleyen, dudağıma onu incitmemek için almadığım itirazı sonunda seslendiriyorum: “Yanılmışsın; ben ‘dindar’ değilim.”

Anlayışsız kaba otoritenin kılıfı olmuş, insanı yok saymanın adı olmuş, gencecik yürekleri boğmanın yetki kaynağı olmuş, insanî tereddütleri ve şüpheleri ayıplama makamı olmuş o ‘din’i ben de reddediyorum. “Seninle aynı yerdeyim” diyorum genç dostuma. Hayretle soruyor: “Yani siz de mi deistsiniz?” “Evet,” diyorum canı gönülden, “din buysa, ben o dinin deistiyim. Bu dini reddetmezsem, yaratılışıma ve Yaratıcı’ma asıl o zaman ayıp ederim.”

İstiklal gazetesi, Senai Demirci, 05.07.2020

İşte Ömer Akdağ’ın Senai Demirci’ye cevabi yazısı:

KAŞINMAK

Bu günlerde “kaşınmak” kavramı zihnimi kurcalıyor. Lügate baktım, şöyle karşılık verilmiş: “Kendi kendini kaşımak, kötü bir karşılık gerektiren davranışlarda bulunmak”.
Bu günlerde “kaşınmak” kavramı zihnimi kurcalıyor.

Lügate baktım, şöyle karşılık verilmiş: “Kendi kendini kaşımak, kötü bir karşılık gerektiren davranışlarda bulunmak”.

Her memlekette “kaşınanlar” olabilmektedir.

Mensup olduğumuz İslam’da bazı kavramlar var.

Mesela bunlardan biri “farz-ı kifaye’dir”.

Yani, bir Müslümanın ifa etmesiyle diğerlerinin üzerinden düşen sorumluluğa “farz-ı kifaye” denir.

Diyelim ki, birisi toplumun müşterek değerlerine saldırıyorsa “kaşınıyor” demektir.

“Saldırı” nasıl olabilir?

Mesela biri “ben dindar değilim, itiraf ediyorum” dese.

Aynı kişi itikadî meselelerle ilgili ahkâm kesmeye kalkışsa…

Ahkam keserken bir sürü çam devirse…

Ve bu “devirdiği çamları” işin mütehassısları tarafından kendine ifade edilmesine rağmen pişkin pişkin hiçbir şey olmamış gibi devam etse…

Bu vasıftaki insanların yaptığına “kaşınma” demezler mi?

Tecrübe sabittir ki, bir kişide fetö bulaşığı varsa mutlaka onda arıza vardır.

Velev ki, fetö ile kavgası olsa bile…

Şu lafa bakar mısınız?

“Ben dindar değilim, itiraf ediyorum”.

Öyleyse nesin, sen?

“Dinci misin?”

15 Temmuz darbe teşebbüsüyle ortaya çıkmıştı bazılarının “dinci” oldukları.

“Bazıları”, bu “dincilerin” Türkçe olimpiyat maskaralıklarına göz yaşları içinde iştirak ederek “ne mal” olduklarını 15 Temmuz darbe teşebbüsünden 15 gün sonra “anlayabilmişlerdi”.

Bu arızalı yapıdan beslenmiş birileri “ben dindar değilim” diyerek Müslüman Türk gençliğini zehirlemek emelinde.

Elbette herkes cibilliyetinin iktizasını yapacak.

Bize düşen de insanlarımızın “zehirlenmemesi” için elimizden geldiğince tedbir olmak.

İşte, “kaşınanı” kaşımak derken kast ettiğimiz budur.

Demiştim ya, “kaşımak” fiili farz-ı kıfayedir, bu yönüyle.

Kendi kendini “kaşıması” gerekiyorsa, o başka.

Kafasında muhayyel bir genç uydurmuş konuşturuyor, birileri…

Şu lafa bakınız:

“Tıkır tıkır yapıyorlar farzları”…

Kendince ironi yapıyor “dindar olmayan” arkadaş.

Allah’ın emrini yerine getirmeyi “tıkır tıkır” ifadesiyle istihza ediyor …

Senin farzları yerine getirip getirmemekliğin sana aittir.

Ama gençliği fetö tipi dinler arası sapıklığa yönlendirmek konusunda meydanın boş olmadığını bilmekte fayda var.

Ne demek “farzları tıkır tıkır yerine” getiriyor?

Farz demek Allah’ın emri değil mi?

Her Müslüman Allah’ın emrini yerine getirmekle mükellef değil mi?

Sen, Allah’ın emirlerini yerine getirmiyor olabilirsin.

Bu senin tercihindir ve sonucuna katlanırsın.

Müslüman gençleri niye deistliğe teşvik ediyorsun?

Diyor ki, bu “dindar olmadığını itiraf” eden arkadaş:

“Tıkır tıkır farzları yerine getiriyor. Ama niye ki? diye sorgulaması yok”.

Dedim ya, tam fetöcü tip….

Sorgulama nasıl yapılır?

İtikadî meselelerde soru nasıl, kime ve ne şekilde sorulur?

Neyi sorgulayacak, namaz kılan genç insan?

Sabah namazının niye iki rekât olduğunu mu?

Neyi sorgulayacak?

Müslüman bir gencin ibadetlerini samimiyetle yerine getirmesini “Tıkır tıkır farzları” yapıyorlar diye alay etmek, tam bir deistlik tuzağı.

Sen “tıkır tıkır” dincilik yapıyorsun.

Hayli “Müslümanlık” satışı yapmışsın, anlaşıldığı kadarıyla….

“Sünnetleri kıl kadar ihmal etmiyorlar” diyor, sünnet hassasiyetleri olan insanlara…

Tam bir Afganici,

Tam bir Abduh tipi…

Tuhaf şey..

Sen, bu milletin gençliğine namaz kılmalarını tavsiye ederken “sünnetsiz” olmalarını mı istiyordun?

Ne demek “sünnetleri kıl kadar ihmal etmiyorlar?”…

“Kaşınmak” değil midir bu?

Bakınız beyefendi!

Biz hasbelkader Türk milletine aidiz ve hamdolsun Müslümanız.

Biz Türklerin diğer Müslümanlardan bir farkımız vardır; Biz Türk milleti olarak bin sene İslam’ı temsil etmek şerefiyle müşerrefiz.. Bunun yarısı fahri yarısı resmidir.

Biz, Türk milleti olarak sünnetler konusunda hassas bir topluluğuz.

Kur’an-ı Kerim’in hem kendine hem de manasına hürmet ederiz.

İran tipi veya Suudi tipi bir İslam anlayışı bizde olmaz.

Ehl-i sünnet anlayışında olan Türklerden “dinci” çıkmaz.

Fetöcü veya benzeri yapılar zemin bulamaz.

Dinler arası diyalog kepazeliğine “sünnetleri harfiyen yerine getirenler” bulaşmaz.

Türkçe olimpiyatlar maskaralığına farzları yerine getirenler düşmez.

Bu milletin samimi ve dinini yaşamaya çalışan gençliğine musallat olanlar belalarını bulur.

“Kaşınanları da” kaşıyan olur.

Dinini yaşamaya çalışan her samimi Müslüman vatanını, bayrağını sever. İman ile vatan sevgisini taşır kalbinde.

“Dindar olmadığını itiraf edenler” gençliğimizi deizme teşvik ededursun bu ülkenin samimi ve sessiz milyonları sevgili peygamberimizi ve onun güzide eshabını referans alır/almaktadır.

Her topluluktan yanlış insanlar çıkabilir/çıkabilmektedir.

İstisnalar kaideyi sadece bozmaz aynı zamanda güçlendirir.

Sevgili peygamberimizin tarif ettiği ehl-i sünnet anlayışı insanı ve insanlığı değil kriptoyu reddeder.

Müslüman görünüp insanları sapıklığa götürenlere dikkat çeker Ehl-i sünnet anlayışı.

Medeni insan olmayı idealize eder Ehl-i sünnet anlayışı.

Deist olmayı idealize etmez, Ehl-i sünnet anlayışına sahip olan bir Müslüman.

Ama biri “dindar olmadığını itiraf” ediyorsa ve aynı zamanda çalakalem itikadî meselelerde ahkam kesmeye yelteniyorsa;

Ya deisttir veya dincidir.

Ya da fetö bakiyesidir.

Başka bir ihtimal var mı?

Kişinin “dinci” olması veya “dindar olmaması” kendi tercihidir.

Müslüman olup olmaması da öyledir.

Fakat “dindar olmadığını itiraf” edip insanlara Kur’an-ı Kerim tefsiri yapması tuhaf değil mi?

Şeytanın meleklerin hocası olduğunu biliyoruz.

Dolayısıyla herkesin tercihi kendine aittir.

Medeni olmak esastır.

Ya olduğun gibi görünmek veya göründüğün gibi olmak temel prensiptir.

“Dindar olmadığını itiraf” eden birinin İslam’dan bahsetmesi, müsteşriklerin Müslümanlığına benzer.

Son 200 yıldır hayli Lawrence’ler faaliyet gösterdi bu mübarek topraklarda.

Fetö kepazeliği yaşamış ülkemizde bunlar bize ders olmalıdır.

“Kaşınmamak” lazımdır.

Müslüman bir gencin Kur’an-ı Kerim’i yüzünden okuması, alay konusu yapılamaz. Ebu Cehil tipleri veya fetö benzerleri Kur’an okuyan ve Kur’an ahlakıyla ahlaklanmak isteyenlerle dalga geçmesine milletimiz müsaade etmez/edemez.

Herkes haddini bilmelidir.

Kur’an-ı Kerim’i yüzünden okuyan bir nesilden, simalarından Kur’an-ı Kerim okunan bir nesil yetiştiren ehl-i sünnet kuruluşları her devirde vardı ve kıyamete kadar var olmaya devam edecektir.

Müşterek değerlerimize dokunulduğunda hepimiz rahatsız oluruz.

Millet olarak bin yıldır bu coğrafyadayız.

Millet olmanın temel çimentolarından biri ehl-i sünnet anlayışıdır. Bu anlayışın temel unsurlarından biri sevgili peygamberimizin izinden gitmektir.

Sevgili peygamberimizin izinden gitmek isteyen samimi Müslüman gençlere “sünnetleri kıl kadar ihmal etmiyorlar” şeklinde istihza etmeye kimsenin hakkı ve haddi olamaz.

Herkes haddini bilmelidir.

Türk milletinin tarih boyunca büyük devletler kurmasının temelinde, sevgili peygamberimize gösterdikleri emsalsiz hürmetin bereketi vardır.

Bu tür “dinci” ve “dindar olmadığını itiraf eden” kişi ve çevreler, milletimizin gençliğine yakın tarihte musallat olmuşlardır.

Gençliğimiz hedefine kilitlenlenmelidir.

Nezaketli, letafetli, kendinden emin ve inancını samimiyetle yaşamaya çalışan gençliğimiz yoluna devam etmektedir/etmelidir.

Öyleyse niye bunları yazdım?

Şundan dolayı:

Mecelle kaidesidir, def-i mefasid, celbi menafiden evladır.

Son söz: Önemine binaen tekrar edelim: Milletimizin büyüklüğü sevgili peygamberimize ve onun güzide eshabına olan emsalsiz hürmetinin bereketiyledir.

Müslüman mahallesinde salyangoz satışı yapmaya kalkışılmamalıdır.

Bilmem anlatabildim mi?

Kaynak: İstiklal gazetesi, Ömer Akdağ, 07.07.2020